TATARİSTAN'DAN
MARAŞ'A
BİR PENCERE Fatih Kutlu* "HAYRETLER KUŞAĞI" Tataristan da geçirdiğimiz o ilk yılda karşılaştığımız, yaşadığımız hemen her olay bizim için yepyeni, orjinal ve de enteresandı. Yaşadığımız , gördüğümüz, duyduğumuz her hadise karşısında hayretten küçük dilimizi yutacak gibi oluyorduk. Kendimizi bir uzaylı, farklı gezegenlerden gelmiş insanlar gibi hissediyorduk. Dil bilmemeden dolayı karşılaştığımız gülünç hallerden, , renkli film bulamayıp Türkiye'den getirtme ve banyo ve tap işlerini de Türkiye ye gidip gelecek biriyle hallettirmeler, şehirde fotokopi makinesinin olmayışı ve daha niceleri. İşte bu bölümde sizlere yaşadığım bu hayret kuşağından kesitler aktarmak istiyorum. RUSÇA ÖĞRENDİĞİM İLK CÜMLE “YA Nİ PANİMAYU PARUSKİ” Tataristana gelirken bizlere havaalanında Tatarca'nın Türkçe'ye %75 benzediğini, anlaşma zorluğu yaşamayacağımızı söylemişlerdi. Biz geldik kimseyle anlaşamıyoruz anamız ağlıyor. Ne dediklerini anlıyoruz, ne de dediklerimizi anlıyorlar.herhalde bizi kandırdılar bir kelime bile anlamıyoruz diye düşündüm. Fakat sonra anladık ki burada halk arasında konuşulan dil Tatarca değil Rusça imiş. Tatarlarda kendi aralarında Rusça konuşuyorlardı. Otobüste tramvayda her yerde. Biz yolda yürürken Tatarca konuşan bir insana şahit olmuyorduk. Doğru Tatarca'yı da anlamıyorduk fakat yavaş yavaş iki dili ayırt etmeyi öğrenmiştik. Televizyonda ise günlük Tatarca yayın süresi iki saatti. Aşağıda gerek Rusça'yla gerekse de Tatarca'yla ilgili yaşadığımız komik durumları okuyalım. Aslında bu vakaların hemen hepsi fıkralara konu olabilecek nitelikte olaylardı.
GEL GELELİM TATARCA'YA Evet Tatarca için %75 Türkçe'ye yakın demişlerdi. Bu sözün manasını ilk gülerde anlayamıyorduk. Fakat dinleye dinleye kulak alışmaya başladı seslere sonra yavaş yavaş dili çözmeye başladık. Aslında dil aynıydı fakat telaffuzda değişiklikler vardı. Kelimeler aynı kelimelerdi ama bir takım ses değişiklikleri vardı. Gel/kil, otur/utır, göz/küz, toprak/tufrak, öfke/üpke vs. gibi. İlk günler çocuklar Türkçe bilmiyor biz Tatarca bilmiyoruz. Bizden bir yıl önce gelen Suat Aşkın Abimiz çok güzel Tatarca konuşuyordu biz hiç bir şey anlamıyorduk. Fakat en azından çocukları yatırırken kaldırırken, çağırırken bir şeyler yapmalarını isterken uyarırken mutlaka bazı kelime ve cümleleri emir ve soru kalıplarını bilmemiz gerekiyordu. Bizde elimizde defter Suat Abimizin yanına gelerek çocuklara dememiz gereken şeylerin Tatarcasını yazmasını istiyorduk. O gün yazdığım bir kaç cümle olmuştu bunları pratik yapmak için okulun koridoruna koştum orda çocukları gözlemeye yaramazlık yapan biri varsa deftere bakıp Tatarca çağıracak uyaracaktım. Evet iki arkadaş koridora geçtik koşan bir öğrenciyi görünce elimdeki kağıttan Tatarcasını okuyarak “Kil mında” (Gel buraya”) dedim çocuk hemen geliverdi. Demek doğru söylemiştim, fakat ne dediğim bilinçli olarak bilmiyordum. Sonra da yine Tatarca olarak tabii kağıda bakarak “Tağı bulmasın” "Daha olmasın" dedim baktım kafa salladı bu olur manasına geliyordu. Anlatacağım bu komik hadise 92 yılında yani ilk yıl İngilizce öğretmeni olarak gelen Nedim Özüak Abi ve Veli Dede'nin yaşadığı bir hadisedir. Nedim Abi anlatıyor: 92 de geldik ailelerimiz Türkiye'de bize de o günlerde medresenin bir odasını vermişlerdi. Bizi milli eğitimden yetkililer gezdiriyor götürdükleri her yerde bizi takdim ederken şu cümleyi tekrar ediyorlardı “Bular Türkiye'den kilgen kadirli zur kunaklar” tabii bizi tanıştırıyorlar bir şey anlamıyoruz ama kafa sallayıp duruyoruz. Bir müddet sonra artık kendi kendimize dolaşmaya başladık gittiğimiz her yere bizi gezdirirlerken söyledikleri cümleyi söylüyorduk fakat anlamını bilmiyorduk “Biz Törkiyeden kilgen kadirli zur kunaklar” İnsanlar bize başta tuhaf tuhaf bakıyorlar fakat ayıp ta olmasın her halde diye pek bozuntuya vermiyorlar. Çok sonra biz bu cümlenin “Biz Türkiye'den gelen çok değerli misafirleriz” manasına geldiğini öğrendik güle güle öldük. Meğer bir kaç ay kendi kendimizi överek gezmişiz.”
Bir gün üniversiteden bir öğrenciyi eve çay içmeye çağırmaya çalıştık. Genç
bize “Allah birse gelirim” dedi. Tabi biz
şaşırdık ne demek Allah birse Diğer hayret ettiğimiz cümlede şu oldu “Ben seni yaratıyorum.” Allah Allah olur mu yahu ne demek bu söz böyle denir mi birisine. Fakat “yaratmak” kelimesi “sevmek” manasına geliyordu. “Ben taptım” cümlesini kullanıyorlardı yer yer. “Tapmak” sözünün “bulmak “manasına geldiğini daha sonra öğrenecektik. Ete "it", ite "et" demeleri de bizi bir hayli şaşırtmıştı. Kasapların panosunda yazıyor “İslami usülle kesilmiş it.” Elmet Şehrindeki okul müdürümüz Recep Okumuş Bey Çallı'ya geldiğinde kendisini hep Tatarca konuşurken görürdük. Birgün lagere gelmişti. Okul Müdürü Abimiz Ahmet Şahin beye “Beniz sarığım nerde, bana ne zaman bir sarık satın alacaksın. Ne zaman sarık yiyeceğiz” iyice şaşırmıştık meğer bu kelime “koyun” manasında geliyormuş. İlk duyduğumuz zamanlar , çok güldüğümüz bir kelime de “mide” manasına gelen bir kelimeydi bu kelimeye Merhum Barış Manço 93 ağustosunda Tataristan’a konser vermeye geldiğinde de aynı şekilde gülmüş işte bu söz: “AŞ KAZANI” YEMEK KÜLTÜRÜ, DAMAK ZEVKİ ÇOK FARKLIYDI... Yazımın başında “havasıyla suyuyla herşeyi ile bize yabancı diyarlar" demiştim. Evet günlük hayatımızda karşılaştığımız hiç alışık olmadığımız yemeklerdi. Damak zevkimiz çok farklıydı. Yemeklerinde salça, kırmızı biber, sebze kullanmıyorlardı. İlk yıl Meyve olarak muz, mandalin, portakal, şeftali, armut, kavun, karpuz, nar,incir yoktu. Tatlarını unutmuştuk bunların. Fakat çilek ve vişne boldu.Bunların yanı sıra Türkiye'de yetişmeyen yada benim o zamana kadar bilmediğim meyveler vardı. Mileş, karlıgan, bolan. Tatar yemeklerinde üç temel gıda vardır. Et, patates, hamur. Bütün yemekler bu üçü üzerinde dönüyordu. En özel yemekleri Beliş, üçpuçmak, gübediye, pilmen, mantı, kıstıbıy. Et temel gıda maddesi olduğu için ucuz ve de boldu. Türkiyeden 4-5 kat daha ucuzdu o günlerde. Aslında yemeklerin tadına diyecek yoktu ama alışmak zaman aldı. Kuvvei zaikamız yani tad alma duyumuz 18 sene sonra yeni lezzetlerler tadlarla tanışıyordu bu birden mümkün olmayacaktı. İlk yılımda daha Türkiye'ye gitmeden önce anneciğime yaptırmak üzere bir yemek ve tatlılar listesi bile hazırlamıştım. Olsun böylesi daha iyiydi gurbeti garipliği tam manasıyla tatmak yaşamak gerekiyordu. Bu kültüre bu yemeklere alışmak için ayrı bir gayret ve çaba göstermek gerekiyordu. Hatta yenmesi bizim için en güç yiyeckeleri bile yemeye çalışıyor yerkende Allahım bu yemekleri bana sevdir diye de dualar ediyordum. Evet dualarım çoktan kabul oldu. Fakat bu bölümde sizlere o ilk günlerde ilk yıllarda karşılaştığımız yemekle ilgili hatıralardan pasajlar sunmak istiyordum. Çallıya ilk geldiğimiz gün ilk sabah kahvaltısında önümüze bir ekmek geldi biraz yuvarlak gibi üzeri sanki kakaolu dıştan bakıldığında ben de iştahla ağzıma aldım fakat çok ekşi bir tadı vardı. İşte o anda içimden “anneciğim herhalde senin yemeklerini çok özleyeceğim” demiştim. Üç dört tür ekmek çıkıyordu. Bunlar; kara ekmek, kara kerpiç ekmek, akkerpiç, ve baton diye adlandırılan ekmek vardı. Ekmeklerin tadı bizim Türk ekmeğine hiç benzemiyordu. Biraz benzeyen şu baton ekmeğiydi. Halk onu da çayın yanında pasta niyetine yiyordu. Türkiye'de ki Ekmekleri çıtır çıtır taze ekmekleri özlüyorduk. Su evet su bur da su içme diye bir şey yoktu bu diyarlarda. Çeşmelerdeki su da içilmiyordu. Su yerine çay, meyve suyu içiyorlardı ama su içmiyorlardı. Bizim ise misafirliklere gittiğimizde su içesimiz geliyordu suyunuz var mı diyoruz bekleyin birazdan çay hazır olur diyorlar, hayır susadık su istiyoruz diyoruz, değişik meyve suyu getiriyorlar. Susamak fiili Tatarcada aynen olsa da bir türlü su getirmiyorlardı. Hatta bunun misafire karşı ayıp bir davranış olduğunu düşünüyorlardı. Yediğimiz yemekler etliydi su içince içerde yağların donacağından bahsediyorlardı. Velilerde tanışma esnasında hazırlanan masalar bura şartlarına göre oldukça zengin sayılırda. Önce tukamaç (erişteye benzer) gelir masaya sonra beliş yada üçpuçmak, meyve suları. Gelir. Hemen ardından çay içiler ama bu çay bizim cam bardaklardaki gibi değil büyük büyük fincanlarda sunulur. İçine de zerdali kurusu, üzüm ne varsa doldurulur bu hürmet ifadesiymiş. Fakat bize son derece tuhaf geliyordu. Çaya şeker atma yerine tatlı şeyler yiyerek içmeyi tercih ediyorlardı. Yani şeker kullanmıyorlardı çay içerken. Ve özellikle çaya bir miktar süt ilave edip öyle içiyorlardı. Bunlar tabi bizim hiç alışagelmediğimiz şeylerdi. Çay içirme mutlaka kahvaltı niteliğinde oluyordu yemeğin üstüne olsa da, pastalar reçeller, tere yağ, peynir eksik olmuyordu. Gelelim et meselesine burada Tatarlar genel itibariyle sığır eti yiyorlardı Ama domuz eti yiyenler de yok değildi tabi. En azından sucuklar genel itibariyle domuzdan yapılıyordu hemen her ailede de bu tür sucuk mevcuttu. Misafirliklere gitmeden önce çocuklar ailelerini bilgilendiriyorlardı. Domuz eti yeseler bile o gün nedip edip bir yerlerden sığır eti almaya çalışıyorlardı. Rus ailelere varıncaya kadar öyle. Ama sucuk mutlaka bulunuyordu çay içerken. Türkiye de biz daha ziyade besemeleli kesilip kesilmediğine dikkat ederiz etin. Ama burada domuz eti mi sığır eti mi meselesi öncelik kazanıyordu. Doğru bir de at eti meselesi var. At eti yeme Tatarlarda yaygın değil her ne kadar halk öyle bilse de Başkurtlarda at eti de kımız da yaygındır. Ama Tatar halkında o kadar değil. İlk defa at etini de 8 mart 95 gürü Üniversite Öğretmenimiz Sayın Elfine Sibgatullina Hanımın evinde yedik. Fakat o bize başta bunu söylemedi. Et bana çok lezzetli gelmişti bunu ifade edin de afiyet olsun daha 8 aylık tay eti deyiverdi. İçki şampanya masaların vazgeçilmez içeceğiydi. En önemli misafir geldiğinde masaya içki getirmek kadeh tokuşturmak çok kibar bir adet idi. Reddetmek ise o kadar ayıptı. Gittiğimiz veli ziyaretlerinde yer yer böyle tekliflerle karşılaşıyorduk ama sağlık durumumuzun kötü olduğunu bazan da ailede böyle bir şey görmedik diyerek sıyrılmaya çalışıyorduk. Çerez türü ne bir leblebi ne fıstık ne de daha başkaları hiç birisi yoktu. Baklava türü tatlılar da yoktu. Halk zaten ne çok acıyı ne de çok tatlı şeyi seviyordu. Lagerdeyken (okul ilk yıl ormandaki tatil köyündeydi) sabah kahvaltılarımız kral sayılırdı. Yumurta, kaşar peyniri, tereyağı boldu. İkindi ve yatısı çayı olmak üzere günde beş öğün yemek yemiş oluyorduk. Çayın yanında sandaviç türü şeyler oluyordu. Yemeklerde ise inek dili olurdu. Arkadaşlar buna bir türlü alışamadılar ama ben o ilk günden beri afiyetle yedim ve yemekteyim de. Kolaya benzer bir içecek vardı o zaman onun adı da Serino idi.
İkinci yıl bitimi yazın(95) Türkiye'ye gitmeden önce anne yaptıracağım
yemeklerin listesini blok notuma yazmışım şimdi sizlere o liseteyi
sunuyorum. ANNEME YAPTIRACAĞIM YEMEKLERİN LİSTESİ
İlk yıllar evet böyleydi bekar arkadaşlar için yemek konusunda şartlar daha ağırdı. Evli olanlar yine hanımlarının elinden yiyebiliyorlardı. Tabi o yıllarda malzeme sıkıntısı da vardı. Millet zahireliğini Türkiye'den getiriyordu. Özellikle ilk yıl çok gariptik. Çünkü ormanda yaşıyorduk ve evli olan abilerimizi iki kişiydi Müdürümüz Ahmet Şahin Bey ve İngilizce Öğretmenimiz Nedim Özüak beydi. Kalan herkes bekardı. Sonraki yıllarda özellikle bekar arkadaşlar Ramazanları iple çeker olmuşlardı. Zira abiler de arkadaşların böyle sıkıntılar çektiğini görüyorlar her gün iftara gurup gurup davet ediyorlar böylece annelerinin yemeği gibi ablalarının yengelerinin yaptığı yemekleri tatlıları yiyorlardı özlemle ve iştahla. Tabi o günkü yengelerimiz de bundan son derece memnun oluyorladı Allah Hepsinden Ebeden Razı Olsun! Fakat bu iş hep böyle gitmez di taşıma su ile değirmen bir yere kadar giderdi. Biz artık hicret etmiştik. Buraların havasına suyuna alışmak durumundaydık. Halk ne yiyorsa biz de onu yemeliydik. Sevmeliydik. Onlardan biri olmalıydık. Ayrıcalığımız olmamalıydı. Tabi buna alışmak zaman alacaktı. Biz her nekadar kendi yemeklerimizi özlesek de Tatar yemeklerini de sevmiştik. Belişleri, üçpuçmakları, gübediyeleri, tukmaçları, mantıları, pilmenleri, kıstıbıyları. Bunlara ilaveten ayrı bir tür olarak mantarın hem kendisini hem de turşusunu sevdik. Ayrıca balık yumurtasını sevdim, ve tuzlanmış balıkları ve tuzlanmış kazı sevdim. İMKANLAR ÇOK SINIRLI VE KISITLIYDI. İlk yılımızda renkli fotoğraf olayı yoktu bu nedenle renkli poz da satılmıyordu. Filmleri Türkiye ye giden gelen biriyle sipariş ediyorduk. Poz bittikten sonra yine Türkiye’ ye gidecek birini bekliyorduk onun aracılığıyla filmi banyo ve tap ettiriyorduk. Gönderdiğimiz bazı pozlar kontrolden geçerken yanabiliyordu. Biz öyle yorumluyorduk o zaman.Hakikatini bilemiyorum. Fotoğraflar siyah beyazdı bu işle amatör uğraşanlar çoktu kendi çekip kendi tab eden. Bu ayrı bir meraktı. Şuan bile (2002) vizeler için renkli fotoğraf kabul etmezler. Mutlaka siyah beyaz olması lazım. O da her siyah beyaz fotoğrafta olmaz onun özel ölçüleri var mutlaka öyle olmak zorundadır. Tabi bu bizim için bir yandan eğlenceli bir şeydi siyah beyaz fotoğraflar nostaljik oluyordu bizim de burada öyle hatıra fotoğraflarımız var zannedersiniz 60 lı 70 yıllarda çekilmişiz. Yurt dışıyla mektuplaşma haberleşme çok zayıftı. Herhalde Rusya 70 yıl dünyaya kapalı yaşadığı için bu konuda alt yapı oluşturmamıştı. Türkiye'ye telefon açmak için şehirde bir postane vardı 30. mahallede Globus binasının yanında ikinci kattaki yer. Ayda bir telefon açmaya giderdik. Orda önce şehrini numaranı yazıp veriyorsun memura çıkması için orda oturup bekliyorsun. Bu bazan yarım saat bazan bir iki saat sürebiliyordu. Hatta günlerce gelip yazdırdığı halde bir türlü Türkiyeyle konuşamayan arkadaşlarımız da vardı. Bunlardan birisi Rizeli Mustafa Yazıcı Hocamdı. Fotokopi, faks imkanı yoktu. Yani bu makineler satılmıyordu. Hatta Türkiye'den buralara gelirken, bize tenbih etmişlerdi evraklarınızı fotokopi ettirin orda bu imkan yok diye. Bereket versin Abiler küçük bir tane bulmuşlardı.
Mektuplaşmayı ancak gelip giden birisi aracılığıyla yapabiliyorduk. PTT
sağlıklı değildi. Ya kayboluyor ya da çok uzun sürede gidiyordu. En temizi
elden göndermekti. Bu coğrafyada kışın günler çok kısa geceler çok uzun, yazın ise gündüzler çok uzun geceler kısa. Kışın altı ay kar olmasına karşın yaz ayları bizim bahar ayları gibi geçer ve beş aya yakın yaz yaşanır. Günler uzun olduğu için güneşi çok görür ve bu çiftçinin işine yarar 3 ayda 6 aylık verim alınabilir. Ayrıca bize enteresan gelen bir şey de Oldu. Komşu Cumhuriyet Başkurdistan ile Tataristan arasında bir köprü bulunmakta, ister uçakla ister yay, ister arabayla geç tam iki saat sürüyor evet yanlış duymadınız. Biz de sizler gibi bu olaya hayret etmiştik. Meğer bu iki ülke arasında 40 m.lik bir köprü bulunuyor iki ülke arasındaki saat farkı iki saat olduğu için böyle bir espri yapmışlardı bize. Bu husus enteresan tabi ki. Türkiye ile 1 saat fark var. Burada 8 ise Türkiye’de 7 oluyor. Bu gece gündüz farklılığından dolayı tabi ki namaz ve oruç vakitleri de bunların paralelinde çok acayip bir şekilde uzayıp kısalıyor. Kışın 6-7 saat bir gündüz yaşanıyor saat üçlerde hava kararmış oluyor. Yani kışın 3 te akşam giriyor 4.30 da da yatsı. 11.30 da öğle giriyor 13.00 da öğle vakti çıkıyor. Sabah vakti 8 lerde çıkıyor. Yazın namazları peşpeşe kılınıyor. Kışın öğleye kadar işlerini halletmek zorundasın yoksa namazları yetiştiremiyorsun. Şehirde bir iki mescit var birsine gideyim derken yolda vakit çıkabilir. Yazın ise vakit öylesine genişliyor ki. Akşam saat 11de hava kararmaya başlıyor tam kararamıyor gece saat bir buçuk iki de de hava aydınlanıyor.Yani akşam 11’lerde kılınıyor gece 12 de yatsı aslında yatsının vaktinin girmiyor daha doğrusu yatsının vakti olmuyor bu nedenle gece 12 de akşamla yatsıyı cem etmek de mümkün..12.30 dan sonra da buyurun sabah namazına. Öğlenin vakti 17.30 18.00 lar da çıkıyor. Yazın bir abdestle çok rahat akşam yatsı ve sabahı kılabilirsiniz. Hani takva bir zattan bahsedilir ya! kaç yıl yatsı abdestiyle sabah namazı kılmış. İşte burda herkes böyle takva çünkü yatsının abdestiyle sabahı kılıyorlar... Bununla ilgili bir hatıramı nakletmeden geçemeyeceğiml. Kışın bir köye ziyaret için gittiğimizde misafır olarak Hanife adlı bir ninenin evinde kaldık. Tabi burda namaz kılmak çok derin bir mollalık emaresiydi. Kış olduğu için neylersin biz de namazları kısa zaman aralıkları içinde kılıyoruz. Sonradan öğreniyoruz ki Nine köy halkına diyor Bize Türkler geldi saat başı namaz kılıyorlar öyle mütedeyyin insanlar diyor. İşte aynı ninenin evine birde günlerin uzun olduğu bir zaman da gittik. O zaman da beynamaz gibi olduk. Kadın bilmem bizim hakkımızda neler düşünmüştür. Gelelim oruç meselesine. Şu anda oruçlar kışa denk gelmekte. Sahur sabah 6 ya kadar yapılabiliyor. Öğleyin 3 de de iftar edebiliyorsun.Yani 9 saatlik bir süre. Ne kadar kolay değil mi. Biz hiç Ramazan da olduğumuzu hissedemiyoruz. Ne acıkmaya zaman var ne susamaya. Bu kış aylarında tut tutabildiğin kadar nafile oruç. Hatta aklımdan şöyle bir delilik bile geçiyor , orucu kasten yemek ve 61 gün kefaret tutmak. 2000 yılında günlerin en kısa olduğu dönemi yaşadık. Bir de madalyonun öteki yüzüne bakalım. Yazın günlerin uzun olduğu dönem.21-22 saat oruçsun. Bu 30 sene sonra gerçekleşecek, burda ben Cemil Alacalık Hocamın bu hususla ilgili enfes tespitini yazmadan geçemeyeceğim o şöyle diyor. Bu diyarlarda dine dönüş günlerin en kısa olduğu günlerde başladı. İnsanlar kolaydan zora oruç tutmaya alışacaklar. Allah böylelikle alıştırıyor. Ya en uzun günlerde böyle dine dönüşler olsaydı halka kaldıramaz dökülürdü. Bu Rabbin apaçık bir merhameti dedi. Allah bizi de bu cümleden iltifatlandırıyordu. Evet bu neslin dedelerin o uzun günlerde tarlada çalışa çalışa oruçlarını tutmuşlar bunu yine onların torunları söyledi. Gelecek anılarda buluşmak üzere...
Maraşıma Maraşlıma en samimi selamlarımı gönderiyor saygılarımı
sunuyorum.
Saygıdeğer Kentmaraş Sitesi okuyucuları!
* Eğitmen 7094 kez okunmuştur. |